İçinde bulunduğumuz sosyal kurumlar ölümü her zaman bir drama ve son olarak ifade etmektedir. Ölüm yerleşmiş kültürlerin içinde en olumsuz olay olarak görülen bir olgudur. Sadece tek bir perspektif ile incelenen ölüm aslında yaşamın son parçasıdır. Ölüm herkesin üzülmesi veya en azından saygı göstermesi gereken bir kavram olarak görülmektedir. Bu yazımızda ölümün bireysel açıdan nasıl değerlendirilebileceğini ve ne tür sonuçlara vardığını tartışacağız, bunu yaparken de “ölüme duyarsız kalmak sağlıksız bir kişilik özelliği mi?” sorusunu cevaplayacağız.
Daha önceden de bahsettiğim gibi ölüm toplumsal yapıların çoğunluğunda gerçekleşebilecek olayların en olumsuzu olarak algılanan bir sondur. Lakin dinler dışında bunun aksini de öne süren başka bakış açıları mevcuttur. Ölüm birey tarafından sadece korkutması ve düşünülmemesi gereken bir şey değil aynı zamanda yaşamanın kanunudur, doğum ve ölüm birbirinin tamamlayıcılarıdır. Hayatta her şey için bedel ödememiz gerektiği gerçeği akıl sağlığı yerinde olan her birey tarafından kabul görmüştür. Bireyin kendi yaşamının bedeli de ölümdür, kimse hastalandığı, sigara içtiği, kötü kararlar verdiği için ölmez; herkes yaşadığı için ölür. Mental olarak sağlıklı olan her birey öleceğini bilir fakat her gününü ölüm gerçeğini düşünerek geçirmez. Belki de ölümün en güzel özelliği zamansız olmasıdır, bu zamansızlık bireye düşünmeme seçeneğini verir ve kişinin kendi gerçekliğiyle arasını açar.
Ölüm kimi birey için yeni bir başlangıç, hayatının sonu veya sevdiklerini kaybetmenin acısı olarak değerlendirilebilir. Ölüm tanımı kişiden kişiye göre değişkendir fakat bireyin üstünde bıraktığı etki çoğunlukla benzerlik gösterir. Bir kişi öldüğü zaman ani bir şok ve aslında ölümün sandığımız kadar da bizden uzak olmadığını hatırlatır. Bu anımsama ile birey kendi geleceği için olan korkusunu başka bir kişinin ölümüne yansıtır ve aynı mentalitede olan herkes toplumun ölüme karşı olan üzücü ve dramatik tutumunu oluşturur. Bireysel korkular böylelikle kolektif bir hal kazanmıştır. Bireysel olarak kabul gören bu gerçekliğin topluma yansıması muhafazakar çevrelerde yüzeysel ve kolay bir şekilde incelenemekle beraber din ile bağını koparmış olan asrilik olarak tanımlayabileceğimiz çevrelerin cenaze evlerindeki tutum ve davranışlarında kolaylıkla gözlemlenebilir. Kişilerin ölen kişiyi anmaktan ziyade gelecekleri için birlikte üzülmeye ve içki içmeye geldikleri ölümü andıkları ve hatırladıkları özel bir buluşma haline gelir cenaze evleri.
Ölüme duyarsız kalmanın sağlıksız ve ayıp olarak değerlendirildiği günümüzde, toplumsal yargılama mekanizmaları skolastik bir tavır takındığından dolayı ölümün özündeki değerlere, bireyin ölümü bilinçaltında nasıl işlediğiyle veya bireyin anlık duygusal durumuyla ilgilenmez. Mesela kişinin içinde bulunuyor olduğu bunalım ve yoğun duygusal çöküşten dolayı gelen karamsarlık hali başkalarının duygularıyla bir kişisel bağlantı kuramamasına sebep olur, dolayısıyla toplumla birlikte aynı normları paylaşamaması bireyin toplum tarafından sıfatlar verilerek ötekileştirilmesine sebep olur. Toplum ve yakın çevresi tarafından ötekileştirilen bireyin diğer duygusal ve bilişsel yönleri ile hiç ilgilenilmez. Bu davranış bize modernizmden miras kalan bir bakış açısıdır, zıt kutuplardan oluşan perspektifler tek bir düşünce ve tek bir doğruyu topluluklara empoze eder, arada kalan düşünce ve davranışları ayıplar veya görmezden gelir.
Hayatta modernizmin öne sürdüğü akılcılığın yanlış anlaşılmasının sebebi insani duygulardır. Ne yazık ki bunu reddeden toplumsal yapılar ve normlar yeni nesiller yetiştikçe çürümeye mahkumdur. Tam bu noktada toplumun izlediği modernist yolun karşısında postmodernizm durmaktadır, hayatta sadece “iyi ve kötü”, “doğru ve yanlış” olmadığını savunan post modernizm her türlü bakış açısını bize sunar. Kötü karakterlerin neden kötü olduğunu veya gerçekten kötü olup olmadıklarını sorgulamamızı sağlar. İnsan beyni kadar karmaşık bir yapının düşüncelerinin zıt kutuplar ile kandırılabilmesi aslında sürü psikolojisini ve bireyin ötekileştirilmemek için taraf seçme ihtiyacının ne kadar yoğun olduğunu yansıtır. Toplum tarafından kalıplara yerleştirilmiş olan ölüm ve doğum, yaşam olgusunun ilk ve son olaylarıdır ve doğal olarak karşılanmalıdır. Acılarını paylaşmak, empati kurmak ve sağlıklı ilişkiler yaşamak ise yaşam olgusunun içinde ölüm ve doğum göz ardı edilerek yapılmalıdır. Sorgulamak bir insanın hayattaki amacını anlayabilmek için yapabileceği en faydalı aktivitelerden biridir, eğer birey postmodernist bir bakış açısı geliştirirse içinde bulunduğu sosyal mekanizmayı kolaylıkla anlayıp sonrasında yaşamdaki değerleri ve kendi doğru ve yanlışlarını daha açık bir düşünme haritasıyla belirleyebilir.