I really thought we had it.

I really thought we had it.

489 750 Ece Küçükdeğirmenci

Sorun değil bunu yapmış olman, dayanamadın anlıyorum. Sorun değil. Daha rahatsan yani şu an. Değilsen ama, pek bir anlamı yok. Seni merak ediyorum. Seni özlüyorum. Seni yazıyorum. Materyal en nihayetinde, değil mi? 

Yine de keşke- neyse, sorun değil dediğim gibi. 

Sadece bilmeni istedim, sana yazıyorum seni.

Varmışsın gibi.

I was standing you were there

Şimdi, her şey şöyle başladı.

Kendimi bildim bileli aklım beş karış havadadır, ya depresyondayımdır (babamın da dediği gibi hep sorunlu ya da annemin dediği gibi hasarlı) ya da o anda bir şeyle meşgulümdür. Zaten boş durmayı da seven bir tip sayılmam, aynı anda yüz işe koşarım. Ayrıca ilişkilerim ve geçmiş üzerine de çok düşünürüm. Hepsi de mükemmel olsun isterim, kendimi de çok eleştiririm. O yüzden o an ne dönüp bittiğini idrak ettiğim an sayısı fazlasıyla sınırlıdır. Yani sen bana adımını attığında ben pek tabii bunu aylar sonra sıra geçmişin o kısmını incelemeye gelince fark ettim. Ben o anları hatırladığımda, *spoiler alert: I was standing, you were there* kafamın içinde INXS çalmaya başladı. Size benimkisi gibi bir beyinle yaşamanın en zor yanlarından birini söyleyeyim: Yüz ifadelerini çok iyi hatırlarım. Hayal kırıklığıyla buruşan kaşları, karşılık bulamamanın dudaklarda bıraktığı o ezik ifadeyi,  bir diğer çiftle utançtan buluşamayan gözleri… Sonra da kendimi karşılık veremediğim için –hatta duygusal olarak bu kadar reflektif olma kapasitem olmadığı için- çok suçlu hissederim. 

Ama bu sefer öyle olmadı. Bu bir klişedir: Sadece sana anlattığım şeyleri hatırladım- sadece çok özel olanları da değil, sen olduğun için kötülüğüme ket vurmadan dan dan söylediğim şeyleri de. Kötü biri olduğumu düşündüm ama geçmişin bir milyonuncu revizyonunda- senin de kötülüğüne ket vurmadan dan dan söylediğin şeyleri hatırladım. Ve onların yankılarını, sorgularını, sorularını… Sonra da sinirlendim, bana karşılık veremediğin için. Ve sonra hissetmekten o hiç hoşlanmadığım, midemi bulandıran his: Sana acıdım, benden de kötü olduğun için. 

Çocukluğumu portreler yazarak geçirdim, senin de benim de birbirimize iyilik gütmediğimiz artık açık olduğuna göre sana da bir portreni çizeyim. Kendine daha da iyi acı diye.

Henüz anlamadıysan, bu bir veda.

Have I known you for 20 seconds or 20 years? 

Bir arkadaşım bir şiirinde şöyle demişti, “ruhun hala sıcak.” Çok uzun süre kafamda yankılandı bu, sana yakıştırdım sonra. Senin ruhun sıcak. Bedeninse tonlarca kilo kömürden devasa bir zırh gibi etrafında, içten içe bütünüyle yanıyorsun. Bir yangın gibi, sen ve çok yakında senin etrafındakiler… Kafanın üstünden ince bir duman çıkıyor, bu bir uyarı.

Bizim gibi insanların sorunu ne, hiç düşündün mü?

Eşek arılarının olduğu bir kovanı hiç kimse belki “o herkesin göreceği” eser çıkar diye dürtmemeli, o uçurumdan atlamamalı- ya da o kişiye o gün o kelimeyi etmemeli. 

Belki de yüzleşmemiz gereken şey, hiç kimse olduğumuzdur. O kovanı dürtsek de,  uçurumdan atlasak da, hayatımızı mahvetsek de… Ve tüm bunları yaşayıp o mükemmel şeyi çıkarsak da, belki de yüzleşmemiz gereken şey, kimsenin umrunda olmadığıdır.

Kimsenin umrunda değilsin. 

Üstüne üstlük kimsenin umrunda olmayan şeyler için mutsuz olmayı tercih ettin. 

Çok uzun süre sana baktığımda devasa bir bilmece gördüm. Seni konuşamadım, seni anlamadım, seni yazamadım. Ben seni ulaşmam gereken o yer sandım. Seni yeniden tanıdıkça görüyorum ki sen bir hayal kırıklığısın. Çok basit bir sorusun, öylesine basit ki, cevabın bu olduğuna bile inanamıyorsun. Neredeyse retorik bir soru: “Temel, Laz’dır değil mi?” gibi. Komik. Anlamsız. Tanıdık. Çocukluğunda duymuş olabilirsin.

Çocukluğumda duymuş olabilirim. 

Kaç senedir tanıyorum seni? Ya da dur- Kaç zamandır tanıyorum seni? 

Bazen, yanımdayken, bir ömür gibi. Uzaktan baktığımdaysa yalnızca bir tanıdık, öylesine bir an tanıştığım- bir yabancı. Gözlerime bakıyorsun, bir korkuluk görüyorum. Samandan doldurma bir vücut, ödünç kıyafetler, başkasının diktiği düğmeden gözler… Suni bir duygu duruyor suratında, özensizce nakşedilmiş ağzın ve unutulmuş kaşlarınla birlikte. Kollarını bir desteğin tuttuğu, bacaklarını bir başkasının yerleştirdiği apaçık ortada. Bir mısır tarlasında zavallı bir tanışıklıkmış gibi bizimkisi. Ama işte bazı zamanlar- gün içinde içtiğin su sayısını anlatırken mesela- bana baktığında oradaki çocukla minderden kaleler inşa ederek büyüdüğümü görüyorum. Düştüğümde kaldırdığını, elimi tuttuğunu, annemi sevdiğini hatırlıyorum. 

Bunlardan hangisi gerçek, hangisi sensin? 

Ve işte bu soruyla, sinirleniyorum. Zira bir yabancıyı unutabilirim, bir dostu da sevebilirim. Ama ikisini birden yapamam. Çünkü ben o korkuluğun karşısında tarlada kaybolmuş öylesine bir kızken de annesini sevdiğin çocukken de hiç yalan söylemedim. Hep merak ettim, sana kaybolduğumu söylediğimde korkuluğun çiviyle iki yana çakılı kolları herkese gösterdiği yönü mü gösteriyordu yoksa o kollar bir dostun, bir sevgilinin, bir tanıdığın sevgiyle açılmış kolları mıydı? 

Sana hep dürüst oldum, en iğrenç düşüncelerimde bile, şimdi de olacağım. Herkese gülümseyen, herkese kollarını açan, usulca esen rüzgarda ve yakıcı güneşin altında öylece duran bir korkuluğu sevmiş olabileceğim ihtimalinden tiksiniyorum. Herkese baktığın gibi baktıysan bana ve herkesi tuttuğun gibi tuttuysan beni- tanıştığımız günün ve yaşadığımız zamanların kötü bir rüya olmasını diliyorum. 

Son günlerimiz belleğimde ufak parlak kırmızı bir ışık gibi yanıp sönüyor, şarjı bitmek üzere olan bir cihaz gibi. Acele ediyorum sonsuza dek kapansın ve hatırladığım gibi kal diye. Ama pili tükensin diye tekrar tekrar izlerken her şeyi, her baktığımda daha da soğuk geliyor gözlerin, donuk geliyor hareketlerin, tekrar geliyor kelimelerin. 

İnanmak bile istemezdim ama anladığın üzere bu bir veda ve bunun bir sebebi var. 

Save your tears for another day. 

Seni tanıyan insanlara seni anlattığımda şaşırdıklarını biliyor muydun? İyimser olup bana herkesten farklı davranmanın sebebinin beni herkesten farklı görmen olduğunu söyleyebilirim ama bu ancak gülünç bir yalan olur. Çünkü gerçek şu ki sen bana arkadaşlarımızdan farklı davrandın, herkesten değil. Anlıyorsun ne demek istediğimi, değil mi? Değişen bakışların, kelimelerinin kaybolan nazikliği ve duygularının bir anda başkası kokması… Yalnızca benim hayal gücümden ibaret olamaz. Tenin sadece benimleyken sıcak.

Ama sorun değil. 

Gerçekten sorun değil.

Seni tanıdığım için mutluyum, önemli olan da bu, hayatta yani, birinin seni tanıdığı için kendini şanslı hissetmesi, büyük onur hakikaten. Senin de beni tanıdığına memnun olduğuna eminim. Memnunsun, değil mi? Çünkü ben buna ikna olmak için çok çabalıyorum. 

Tekrar karşılaştığımızda soracağım hepsini. Ama bu soruların cevaplanması gereken günü çoktan geçtik, bunlar başka günlerin işleri. Sen benim o arı kovanını dürtme anımdın, bense senin acını bile duymadım, arıların acısını yazdım. İşte bu yüzden ben büyük bir sanatçı olamam, ben suni acıların yazarıyım, kendiminkileri yaratırım. Kendi hayatımla boğuluyorum. Parmaklarımla sayıyorum; bir, iki, bir, iki… İnsanların suratları akıyor bilgisayar ekranınki rakamlar gibi. Kafamın içindeki Matrix’te yaşıyorum. Ve sayıların akışında duygularımı kör eden o matematikle kendime üzgün olmadığımı söylüyorum. Mantıklı olan bu, sen de olma. 

Elveda.