Şahmeran’ın Şifası, Yok Olmak

Şahmeran’ın Şifası, Yok Olmak

1191 1657 Tolga Ra

Yılların toz ve pisliğini emmekten kararmış banyo fayanslarına damlayan sesle beraber sayıyordum kalp atışlarımı: Bir, iki, üç, dört, dur. Devam edemeyeceğim. Sanki sayılardan oraklar geçiyor ciğerlerime ve oradan yükselen kan evini ağzım yapmış. Bir anlığına unutkanlığa teslim olup dudaklarımı aralasam küvetteki su kızıla bulanacak. Kendi Kızıldenizim, kendi suyum ve kendi kanım. Ama hiçbiri kendim değil. Ben değilim.

Pul pul dökülüyor yüzüm suya, bir şeyler söylemek istiyorum, belki sadece bir “Dur!” demek ama dudaklarımı aralarsam kanımın gitmesine izin vereceğim. Yapamam. Suskunluğu tercih ediyorum bundan -bana yaşadığımı hissettiren ölüm o olduğu için. Ne demişti bir zamanların simyacısı, ansızın o aklıma konuyor uzaklardan gelmiş bir kuş gibi: Her şey zehirdir, önemli olan dozdur. Küvetin artık sıcaklığını yitirmiş suyu gözle görülemeyen damlalık taşkınlarıyla “tıp” sesini yarattığında banyomda ve kirlenmiş fayanslarımda bıraktığı izi, aklımdan son birkaç saniye bir düğüm gibi geçiyor. Kendi kanım, orakla delinmiş ciğerlerim, kan kusmamaya direnişim ve sayılar. Bir, iki, üç, dört, dur. Beşe geçemiyorum. Dozu aşıyorum.

Ben olmak da zehir, diğer her şey gibi, önemli olan dozu.

Dökülenin ne olduğunu anlamak istediğimde ilk iş ellerimden başlıyorum. Suyun içinde bu kuraklık nereden doğmuş? Tavana asılı avizesiz ampul arada sönüp yanıyor. Karanlık, ışık, karanlık, ışık, dur. Devam edemeyeceğim. Hiçbir yerde hiçbir konumda beşe tahammülüm yok. Beşe gelemem. Beş olmaz. Sayıyı aklımdan uzaklaştırmak için yollara başvururken bir kapı açılıyor tam gırtlağımda, cayır cayır. İçten bıçaklanırmışçasına acısıyla gelen bu alevin tatlılığına şükrediyorum. Ben olmanın zehrindense yok olmanın yangınını tercih ederim. Üstelik tadı da güzel. Damağımda kor.

Topraktan kaleler, kerpiçten evler, buğdayların doğup öldüğü hilal, güneşin öpücüklerini dizginleyemeyip nihayetinde yuttuğu topraklar içimde. Tam gırtlağımda. Nasıl oldu da buraya geldim? Sorum ikili işleyişte, bu kurak topraklara da yönelik küvette kimsesizleşmiş tenime de. Hatırlamak istiyorum, belleğim de gırtlağımdaki alevden nasibini almışçasına büyük bir dumanla dolu. Öksürüyorum. Ciğerlerimden çıkan kan ağzımda biraz daha birikiyor.

“Daha ne kadar dayanabileceksin?” Bir soru, kimseye ait olmamış bir sesten geliyor ama yabancılığı bir yana, beni can evimden vurmakta üzerine yok.

“Neye ne kadar dayanacağım? Ciğerlerime saplanan orağa direnmemeye mi, ağzıma dolan kanı kusmamaya mı, hatırlamamaya mı, konuşmamaya mı, ben olmaya mı?”

Yolu yok. Özgürleşemem. Bana demişti, kemikli ve buruşuk parmakları birer birer harita çizer gibi dolaştığında çıplak göğsümde: “Burası,” demişti. “Bomba. Bir gün patlayacak.” Kırışıklıkları arasından soluduğumda dünyayı, öptüğümde güneşi, “Kimilerini güneş yutar,” demişti. “Kimileri ise güneşi.”

Gırtlağımdaki güneşin alevi körüklendi. 

Buğdayların doğup öldüğü düzende milyonlarca yılın acısını çıkarır gibi yürüdüğümde olanlar neydi? Bomba, dediği patlamıştı işte, o tepeden aşağısı iki nehir ve kanla sulanmış topraklardayken. Adımı duymuştum. Öyle yüksek sesle söylenmişti ki çocukluğumun köklerine kadar korkutmuştu beni. Sapsarı yüzümle denge değişimi arasında “Haydi,” diyememiştim kendime. “Göçmenlik vakti.”

Dökülüyordu pul pul, değişiyordu küvetin içinde derim, yüzeyim. Berrak su anbean buğday rengi pullarla kaplanırken bütün vücudumu karşı konulamaz bir kaşıntı sarmıştı, nefeslerimi sayıp kendimi sakinleştireyim dedim: Bir, iki, üç, dört. Yapma artık, dur, ciğerlerinden yükselecek bir başka hayat kalmadı. Durduramıyorsam ne olacak? Yutacak başka güneşler kalmadıysa? Zehirleyecek bir başka ben yoksa?

Ne değişiyor derimde, anlayamıyorum bunu ama tek bildiğim artık dudaklarımı kaba kuvvetiyle aralayacak olan kanın tadı ansızın o bakırımsılığı kaybediyor. Başka bir şey bu. Onu yutmak, daha çoğunu ağzıma almak istiyorum. Ekşiliğini seziyorum önce, yer yer tuzlu ve meyve likörü gibi. Sanki bir zamanlar üzümünden yediğim bir bağa ait. Neyin nesi? Yutuyorum. Yutuyorum. Yutuyorum. Gırtlağımdaki güneşi söndürebilecekmiş gibi. Yutmak benim işim nasılsa, mideme ulaşan yolda asılı kalmış kelimeler ve cümleler hala orada. Sessizliği yaratmanın da bir bedeli var.

“Sustuğun her an içinde birikiyor,” demişti, adımı söylemişti sonra. “Bomba da o ya zaten. Bir gün onlar patlayacak, sustuğun her an yüzünden sen darmadağın olacaksın. Bir intihar gibi görünecek ama çok daha fazlası olacak.”

Güneş batıp indikçe, sular taştıkça ağzımdaki kanın da azaldığını anlıyorum. Yutuyorum. Devridaim yapıyor, tekrar doluyor ağzıma. Tekrar yutuyorum. Ciğerlerimin acısıyla otokontrolüm savaşıyor: Galibin kim olacağı belli değil çünkü iç yerim acımakta ne kadar ustalaştıysa, ben de yutmakta o kadar iyiyim. Bu iç çatışma esnasında derimin döküntüsü artıyor. Bu kez ellerimi de görüyorum: Tenimin buğdaylığı git gide çürüyor, yerine bambaşka bir şey geliyor. Yeşil. Rengi bu. Tırnaklarım kararıp ucu sivrilerek uzuyor, ciğerlerime batan oraklar da aynı oranda keskinleşiyor.

“Dünyayı değiştiremeyecek kadar kısa yaşıyoruz,” diyor geçmişten o ses. “Hayatı değiştiremeyecek kadar uzun. Yarının yüzünden bütün bugünlerin kanla dolu.”

Artık değil, sözümü tuttum demek istiyorum ama bana “Yut!” dercesine bir büyük kan taşkını oluyor ağzıma. Yut, evet, konuşma. Belki de ona sözünü henüz tutamadın. Belki de hiç tutamayacaksın. Tutmak içine hayatın çok uzun olabilir. Belki de onun hiçbir şeyden haberi olmayabilir. O kim ki? Şu kirlenmiş fayanslar arasında, kapının çaprazındaki boy aynasından sana bakan kim? Yeşil derisi, kapkara saçları ve incecik gözbebeğiyle sana benzemediği kesin. Teninin yeşil ışıltısı, senin buğdayına özdeş değil. Saçının kömür karası, senin sarına özdeş değil. Gözünün sarı, ince bebeği; senin kara halkalarına özdeş değil.

“Ama benim o.” diye fısıldıyorum, aynadaki kadınla eşzamanlı. Dökülen derimin altından çıkan bu. Şahmeran. 

Küvetten gözle görülemeyen damlalar döngüsünü sürdürüp damlarken fayanslarıma, tekrardan saymayı deniyorum: Bir, iki, üç, dört. Beşe gelemiyorum. Her şeyi bitirmek, sonlandırmak ya da en baştan başlamak istemiyorum ama bu yerde bu anda olmak kadar zoru yok. Şahmeran ile birbirimize acı içerisinde bakıyoruz. Bana kendisini anlatıyor: Şifa olmak için katledildiğini anlatıyor Orta Doğu’da. Ben de, diyorum. Ben de istiyorum bunu. Ben de hak ediyorum.

Şahmeran’ın şifası yok olmak, ben de olayım diyorum. Varoluşu yutuyorum. Gırtlağımdaki güneşi sarsıyor, bastırıyorum ve devamlılığa kavuşuyor bu. Yutuyorum. Yutuyorum. Yutuyorum. Yutuyorum. Yutamıyorum.

Leave a Reply